BİR ÖZGÜVEN DEVRİMİ

Refik Tuzcuoğlu

18 Kasım 2025 Salı 19:30

Avrupa’nın sıkışmışlığını ve gelinen noktada "Türkiye mecburiyeti" ile nasıl yüzleştiğini son yazımda değerlendirmiştim.O madalyonun jeopolitik pencereden görünen dış yüzüydü. Okuduğunuz yazıda ise madalyonun iç yüzüne, yani 'aktör' konumunun tarihi süreçteki karşılığına odaklanmak istiyorum.

II. Viyana Kuşatması'nın başarısızlıkla sonuçlanmasıyla başlayan gerileme dönemi asırlar boyunca adeta kodlarımıza işledi. Batı karşısında hissedilen ve nesilden nesile devreden bir özgüven sorunuydu yaşadığımız. Osmanlı'nın son döneminde görülen "Garp Mukallitliği" (Batı taklitçiliği/hayranlığı), psikolojik kırılmanın ilk entelektüel yansıması oldu.


Akımın sembol isimlerinden Abdullah Cevdet, "Batı medeniyetini gülüyle ve dikeniyle almak" gerektiğini savunarak, pragmatik bir modernleşmeyi değil, toptan bir taklidi işaret ediyordu. "Özgüven meselesi" o kadar derindi ki, "neslimizi ıslah etmek için Avrupa'dan damızlık erkek getirmek" gerektiği şeklindeki tartışmalar, çöküşün en trajik sembolleri olarak tarihe geçti.

Psikolojik kriz, sadece entelektüel bir tartışma olarak kalmadı; doğrudan siyasi ve toplumsal sonuçlar üretti. Batı emperyalizmi, yerel mekanizmaları da devşirerek "sınır ötesini düşünmeme" telkinini Türk halkına her türlü yöntemle empoze etti. Böylece Batı'yı rahatsız etmek istemeyen içe dönük dönemlerde, Türkiye kendi "gönül coğrafyasını" aklına getirmekten bile korkar hale geldi.

Bu "tarihsel amnezinin (hafıza kaybının)" en somut kanıtı, Sovyetler Birliği dağıldığında yaşandı. Bağımsızlığını kazanan Türk cumhuriyetleri ortaya çıktığında, Türkiye'nin onlara yönelik hiçbir projeksiyonu bulunmuyordu. O tarihlerde Türk halkı, Kazakistan neresi, Özbekistan neresi bilmiyordu bile. Zira eğitim müfredatı Türk Dünyası’na kapalıydı. İşte o yıllar rahmetli Turgut Özal’ın, tam da bu sığlığa karşı “21. Asır Türk asrı olacaktır” sözleriyle bir bilinç ve vizyon ortaya koymak için çırpındığı yıllardı. 

O günlerdeki Türkiye portresi şuydu: "Araplar arkamızdan vurdu" teziyle Ortadoğu’ya körleşen, "başımıza iş açar" korkusuyla Türk dünyasına sağırlaşan ve gözlerini Batılı Efendileri’nden ayırmadan zombileşen bir Türkiye... 

İyi de, bu ne kadar sağlıklı bir yaklaşım? O zaman Bulgarlar, Yunanlar, Sırplar, Romenler için nasıl bir tanım getirmeliyiz? Onlar hep dostça mı kaldılar? Bugün unutulan Bulgar mezalimi tarihin en büyük katliamlarındandı. Anadolu’da Celali İsyanları’nı çıkararak devleti müşkül duruma sokanlar, dün Osmanlı saflarında cephede savaşanlar değil miydi? 


Asıl mesele, o ihanetlere yol açan zafiyetin devlette oluşmasıdır. Zira tarih bize şunu öğretir: Güçlüyseniz, organize olabiliyorsanız ve strateji geliştirebiliyorsanız, "itaat edilen" ve "ittifakı aranan" bir ülke olursunuz. Devletlerarası nizamın kuralı budur. Zayıfsanız, ülkenizi parçalamak isterler. Güçlüyseniz, sizden tavizler kopararak uzlaşma yolunu tercih ederler. Daha da güçlüyseniz tüm kuralları siz koyarsınız. Bu kural, bitirme mücadelesi verilen PKK terörü için de geçerlidir.

Kolektif özgüvenin tamiri ve tazelenmesi her zaman siyasi bir hedeftir. Hatırlayalım, ABD gibi bir küresel gücün lideri Barack Obama, seçim kampanyasını "Yes, we can" (Evet, yapabiliriz) gibi doğrudan "umudu ve özgüveni tazeleme" üzerine kurmuştu. Trump’ın MAGA hareketinde de benzer bir nüans vardır. Cumhuriyetin "muasır medeniyeti yakalama" hedefi de milli varlığı ayağa kaldırma çabasıydı. 

 

İşte şimdilerde o tarihsel döngünün kırılma anına şahitlik ettiğimiz dönemlerden geçiyoruz. Savunma sanayiindeki atılımlar, toplumsal bir özgüvenin dirilişi haline geldi.  "Taklit eden" (mukallit) bir yapıdan, ilk kez "özgün" olanı üreten (aktör) bir yapıya geçişin psikolojik eşiğindeyiz.

Geldiğimiz bu yeni eşik, bizi şu noktaya taşımaktadır: Yıllarca içe dönük tartışmalarla, kendi potansiyelini sorgulayan bir anlayıştan, "biz de yapabiliriz, hatta en iyisini yaparız" diyen proaktif bir kimliğe evriliyoruz. Evrilmenin en net sonucu, dün haritada yerini bilmediğimiz coğrafyayla bugün "Türk Devletler Teşkilatı"nı kurma iradesidir. 


Aynı irade; Akdeniz’de "biz de varız" deme cesaretini, Suriye’de rehberlik etme bilgeliğini, Libya’da belirleyici olma hamlesini, Sudan’dan Somali’ye kadar Afrika'da stratejik üsler kurma vizyonunu da doğurmuştur. 

Avrupa'nın bizi "stratejik aktör" olarak görmeye başlaması, onlar için bir "mecburiyet" olabilir. Ancak bizim bu rolü üstlenebilmemiz, asırlık "özgüven krizini" aşmaya ve "tarihsel hafıza kaybından" kurtulmaya başlamamızla mümkün oldu.


Şahit olduğumuz vakıa, savunma sanayiinde gösterilen başarıların ötesinde mukallit bir zihnin travmalarından kurtuluş anıdır. Bu psikolojik bir devrimdir.

 

Yorumlar